Aşk mı Merhamet mi?

Ünlü yazar Zweig, Acımak adlı romanını, genç bir teğmenin yaşadığı amansız vicdan azabının üzerine oturtur. Teğmen Hofmiller, intiharına sebep olduğu meflûç bir kızcağızın ölüm haberini aldığı gün patlayan savaşın yaşandığı dört sene boyunca vicdan azabını üzerinden atamaz. Bu kızcağızın intiharı onun için artık bir fikr-i sabit haline gelmiştir. Savaşın yüksek tansiyonu altında, üniformasının cebinde adeta bir vahiy kitabı gibi taşıdığı, Edith’in kendisine yazdığı on altı sayfalık mektubu tekrar tekrar okur. Yüreğinde merhametle aşk birbirine karışmıştır artık. Bu iki duygunun çözümlenemez karmaşası onda müthiş bir vicdan azabı meydana getirmiştir.

Harp cephelerinde, makineli tüfekle bizatihi kendi elleriyle gerçekleştirdiği öldürmeler dahi teğmene sebep olduğu intiharı unutturamamış ve sıklıkla vicdanı ona şu soruyu sormuştur: Cephede öldürdüğüm ve kendilerini öldürmek karşılığında kahramanlık nişanları aldığım insanlar mı beni katil yapar, yoksa nişanlandığımı inkâr ederek intiharına sebep olduğum o genç kızın ölümü mü?

Teğmen, serapa, tüm benliğiyle “Aşk mı, Merhamet mi?” sorusuyla dolmuştur.

Aynı romandaki bir başka önemli kişi olan hekim Kondor ise hayat felsefesini merhamet üzerine oturtarak, kör bir hastasıyla evlenen, “Merhamet mi, Aşk mı?” sorusuna “Merhamet” cevabını verebilen bir insandır.

Yeryüzündeki ilk cinayetin sebebi olan “Aşk” da Âdem’in ruhunda mutlak bir acıya karşılık gelir ki o günden sonra yeryüzündeki her aşk amansız bir acıyı doğurur. Habil’le Kabil kavgasında Kabil merhameti kesinlikle reddederek tavrını öldürücü bir aşktan yana koymuştur.

İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem’in oğlu “Aşk mı, Merhamet mi?” sorusuna, kardeş katili olmak pahasına “Aşk” cevabını vermiştir.

2000’li yılların en çok satan romanlarından birisi olan, Amin MAALOUF’un “Yüzüncü Ad”ındaki, Haçlı seferleri zamanında gelip Lübnan’ın Cübeyl adındaki liman kentine yerleşmiş olan Cenevizli bir aileden gelen roman kahramanı Baldassare Embriaco, el yazması bir kitabın peşinde akıl almaz bir yolculuk yaşar. Tanrı’nın insanlara Kur’an’da öğretmiş olmadığı yüzüncü adını açıklayan kitabı ararken Marta adlı kadınla tanışır ve “Aşk”ı bulur. Maceranın sonuna kadar bir kitabın peşinde bir sürü olaya şahitlik eden Baldassare, en sonunda bulduğu kitabı, kapağını dahi açmadan ateşe fırlatıverir. Çünkü artık o “Aşk”ı bulmuştur ve ona göre Allah’ın yüzüncü adı “Aşk”tır. Yaşadığı serüven ona bunu öğretmiştir.

Baldassare’in aşkı Kabil’in aşkına benzememektedir. Çünkü O, bir gemi yolculuğunda tanışıp kocası rolüne büründüğü, sonradan da izini kaybettiği Marta’ya karşı merhametten sevgiye evrilen bir aşk duymaktadır. Merhameti öncelediği için sonunda hem âşık olduğu kadını bulur hem de kitabı ve kitabı okumadan tecrübe ile öğrendiği yüzüncü adı.

Yüzüncü Ad isimli kitaba duyduğu korkunç aşkla Marta adlı kadına duyduğu merhamet kökenli aşk arasında çelişik bir hale düşen Baldassare, tercihini merhametten yana kullanmış ve aşkına da kavuşmuştur.


Günümüz sinema dünyasının önemli isimlerinden Şener Şen’in başrolünü oynadığı Eşkıya filminde de filmin başkahramanı, eski bir eşkıya olan Baran, benzer bir ikilemi yaşamaktadır. Tren yolculuğu sırasında tanıştığı, sonradan mafyanın eline düşen çocuğun hayatını kurtarmak için kapısını çaldığı eski dostu ve sevdiği kadının eşi olan işadamının “O çocuğun hayatı mı yoksa Keje mi?” sorusuna “Çocuğun hayatı” cevabını vererek merhametten yana tavır almış, merhameti, yıllardır yaşadığı, uğruna ölümlere gidip geldiği kara sevdasına yeğ tutmuştur.

21. Yüzyıl insanı, her şekil ve şart altında “Aşk”ı önceliyor olmasına rağmen, yaşadığını zannettiği aşk, merhametten mahrum olduğu için onda erdirici bir tesir meydana getirememektedir. Bu sebepledir ki, gazetelerin üçüncü sayfaları “eşini öldüren adam” veya “kocasını öldüren kadın”… gibi haberlerle dolup taşmaktadır. Televizyonlarımızda izlediğimiz her haberde muhakkak bir aile dramı gözlerimiz önüne serilmekte, fertleri, yaşadığı toplum adına umutsuzluk girdabına sürüklemektedir.

Yaşadığımız yüzyıl, kim bilir belki de gelecekte “Cinnet Asrı” olarak anılacak, torunlarımız bizim yaşadığımız çağı “Seri Cinayetler ve Trajediler Çağı” olarak yaftalayacaklardır. Tabii ki onların yaşayacağı devirde aşk ve merhamet yeterince anlaşılabilmiş olursa.

Son zamanlarda gündemimizi meşgul eden seri cinayetler, hastasının sakat kalmasına ve belki de ölümüne kasten sebep olan doktorlar, eşini öldüren eşler, baba katili çocuklar, cadde ortasında karısını yirmi yerinden bıçaklayan kocalar… Bunlar hepsi de bir merhametsizleşme sürecinin sonuçları değil midir?

Acımak romanının, kör olan hastasını iyileştiremediği için kendisini onunla evlenmek zorunda hisseden hekimi Kondor’la günümüzde hastasının muayene parası olmadığı için ona hastanede bakmayıp ölüme terk eden doktorlar arasındaki fark, birisinin hayatını merhamet üzerine oturtması, diğerinin de dünyevi olana ve maddeye ne pahasına olursa olsun duyduğu Kabilce “Aşk”ı değil midir?

Yazımızı Hz. Ali’ye atfedilen, başkasına duyduğu merhamet nedeniyle kendi hayatını hiçe saydığı, “kendi hayatına duyduğun ‘Aşk’ mı yoksa ötekine duyduğun ‘Merhamet’ mi?” sorusuna kayıtsız şartsız “Merhamet” cevabını verdiği şu ibretlik hikâyeyle bitirelim.

Hazreti Ali, bir gün bahçesindeki bir ağaca yaslanıp gözlerini kapatarak murakabe âlemine dalar. Az sonra yere düşen bir kılıcın şıngırtısı ile ürpererek gözünü açar. İlk olarak gözleri, yerde güneş ışıklarıyla ışıldayan kılıca ilişir. Sonra da başında dikilen adamı görür.

Bir kılıca bakar, bir de başında titremekte olan adama.

Ve sorar:

-Hayrola, sen kimsin?

-Ben senin başını gövdenden ayırmaya gelmiştim. Sen bunun farkında değildin. Tam kılıcımı kaldırdım, vurmak üzereydim ki, ellerim titreyerek kılıç yere düştü ve sen uyandın.

-İyi de ben sana ne yaptım ki? Niçin benim başımı gövdemden ayırmak istedin.

-Sen bana bir şey yapmadın. Ben bir kıza âşık oldum. Kızı babasından istedim. Babası kızı bana vermeyi kabul etti fakat “Müminlerin emiri Ali’nin kellesini bana kızımın mihri olarak getireceksin” dedi. Ben de sevdiğime kavuşmak için senin kelleni almaya geldim.

Hz. Ali, hiç tereddüt etmeden yerdeki kılıcı alır ve adama uzatır. Adam şaşkındır. Hz. Ali gayet soğukkanlı bir şekilde, engin bir zekâ pırıltısı ve deha ışıltısı içerisindeki şu sözü söyler adama: Haydi, öyleyse, hiç bekleme ve benim kellemi gövdemden ayır. Seven iki gönlün arasına giren bir başın benim gövdem üzerinde yeri olamaz.

Adam neye uğradığını anlayamadan kılıcı yere atarak gözyaşları içinde oradan uzaklaşır.

Bu medeniyetin kodlarını çözümleyebilmek bu hikâyeyi anlamaktan geçiyor. Hiç düşündünüz mü, bu medeniyet niçin Fuzuliler, Mevlanalar, Yunuslar ve adını sayamadığımız yüzlerce aşk adamı yetiştirdi?

Ve sonrasında bu aşk adamlarının öğütlediği “erdirici aşk”tan bugün yaşadığı “öldürücü aşk”a nasıl geldi/getirildi? 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Değişimin Eşiğindeki Kırsal Avrupa ve Türkiye'den Bakınca: Benzerlikler, Farklılıklar...

Konfor Alanınız Sizi 'Haşlıyor' Olabilir mi?

Stratejik Yol Ayrımı ve Dönüşümün İkili Gücü