İnancın Çetin Sınavı

Felsefe tarihinde bazı düşünürler, rahatlatıcı cevaplar vermek yerine, varoluşun en temel gerilimlerini ve paradokslarını cesurca sorgulayarak bizi konfor alanımızdan çıkarırlar. Søren Kierkegaard, tam da böyle bir filozoftur. Onun düşüncesi, özellikle de bireysel varoluş, seçim, sorumluluk ve inanç gibi temalar etrafında döner; kolaycı genellemelere, soyut sistemlere veya toplumsal normlara sığınan bir dindarlığa karşı, bireyin Tanrı ile olan kişisel, çoğu zaman sancılı ve paradoksal ilişkisine odaklanır. Bu derin sorgulamanın belki de en çarpıcı ve en çok tartışılan örneği, Kierkegaard'ın "Korku ve Titreme" (Frygt og Bæven) adlı eserinde ele aldığı Hz. İbrahim (Abraham) kıssasıdır. Kierkegaard için Hz. İbrahim, sadece kutsal metinlerde yer alan bir peygamber değil, aynı zamanda inancın en yüksek, en anlaşılmaz ve en korkutucu boyutunu temsil eden bir paradigma, bir "İnanç Şövalyesi"dir.

Tanrı'nın, vaat edilmiş sevgili oğlu İshak'ı kurban etmesini emretmesiyle başlayan bu hikâye, Kierkegaard'ın elinde inanç, etik, absürd ve bireyin “Mutlak” karşısındaki tekilliği üzerine unutulmaz bir felsefi tefekküre dönüşür.

Hikâyenin merkezinde, Tanrı'nın İbrahim'e yönelttiği akıl almaz emir yer alır: Yıllarca beklediği, soyunun devamı için vaat edilmiş biricik oğlu İshak'ı kurban etmesi. Bu emir, insani ve ahlaki açıdan bakıldığında tam bir çıkmazdır. Evrensel etik ilkeler – bir babanın çocuğunu koruması, masum bir cana kıymaması gerektiği – bu emrin tam tersini söyler. Kantçı ahlak felsefesinin temelindeki evrenselleştirilebilirlik ilkesi açısından bakıldığında, İbrahim'in yapmaya niyetlendiği şey korkunç bir cinayettir ve hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz.

Kierkegaard, İbrahim'in trajedisinin tam da burada yattığını vurgular: O, eylemini ne eşi Sara'ya, ne oğlu İshak'a, ne de hizmetkarlarına ahlaki terimlerle açıklayamaz. Eğer "Tanrı emretti" derse, deli gözüyle bakılacaktır; eğer ahlaki bir gerekçe bulmaya çalışırsa, yalan söylemiş olacaktır. İbrahim, Tanrı'nın anlaşılmaz buyruğu karşısında tamamen yalnızdır, sessizliğe mahkumdur.

Kierkegaard, İbrahim'in bu durumunu açıklamak için felsefesinin en tartışmalı ve en özgün kavramlarından birini ortaya atar: Etiğin Teleolojik Askıya Alınması. "Teleolojik", bir amaca (Yunanca telos) yönelik olmayı ifade eder. İbrahim'in durumunda bu amaç, Tanrı'ya olan mutlak itaattir; bu, onun için en yüksek hedeftir. "Askıya alma" ise, bu daha yüksek amaç uğruna, evrensel olarak geçerli olan etik kuralların geçici olarak devre dışı bırakılması anlamına gelir. Kierkegaard'a göre İbrahim, birey olarak Mutlak (Tanrı) ile kurduğu mutlak ilişki nedeniyle, evrensel olan etik alanı aşar ve doğrudan Tanrı'nın buyruğuna yönelir. Bu, ahlaksızlık veya etik dışılık değildir; daha çok, etiğin sınırlarının ötesine geçen, sadece inançla kavranabilecek paradoksal bir sıçramadır. Bu durum korkutucudur, çünkü evrensel ahlak yasalarının güvencesini ortadan kaldırır ve bireyi Tanrı karşısında tamamen yalnız bırakır.

Kierkegaard, bunun asla genelleştirilemeyeceğini, yani herhangi birinin kendi kişisel inançları adına etik kuralları çiğnemesini meşrulaştırmak için kullanılamayacağını da vurgular; İbrahim'in durumu mutlak bir istisnadır.

Etiğin askıya alınması, bizi doğrudan Kierkegaard'ın inanç anlayışının merkezindeki absürd kavramına götürür. İbrahim'in inancı, mantıksal ve ahlaki akıl yürütmenin sınırlarını aşan, absürd bir inançtır.

Çünkü İbrahim, aynı anda birbiriyle çelişen iki şeye inanmaktadır:

1) Tanrı ona oğlunu kurban etmesini emretmiştir.

2) Tanrı ona İshak aracılığıyla büyük bir ulusun babası olacağını vaat etmiştir.

Akıl bu ikisini uzlaştıramaz. Ancak İbrahim'in inancı, tam da bu akıl dışılığın, bu absürdün gücüyle hareket eder. O hem emre itaat etmeye hazırdır hem de bir şekilde, Tanrı'nın vaadini yerine getireceğine, belki de İshak'ı kendisine bu dünyada geri vereceğine inanır. Bu, her türlü kanıtın veya mantıksal çıkarımın ötesinde, Mutlak'a duyulan sarsılmaz bir güvendir; "imkânsız olanın imkânına" inanmaktır.

Kierkegaard, İbrahim'in temsil ettiği "İnanç Şövalyesi"ni daha iyi anlamak için onu "Sonsuz Vazgeçiş Şövalyesi" ile karşılaştırır. Sonsuz Vazgeçiş Şövalyesi, dünyevi olanın (aşk, mal mülk, hatta İshak gibi en değerli varlıklar) geçiciliğini ve sınırlılığını anlayan ve sonsuzluk veya evrensel etik adına bunlardan tamamen vazgeçebilen kişidir. Bu vazgeçişte bir tür hüzünlü bilgelik ve huzur bulur, ancak sonlu dünyayla bağını koparır; trajik kahramanlar veya bazı stoacı bilgeler bu kategoriye girebilir.

İnanç Şövalyesi (Hz. İbrahim) ise, sonsuz vazgeçiş hareketini yapar (İshak'ı kaybetmeyi tamamen göze alır), ancak orada durmaz; ikinci ve daha zor olan bir hareket daha yapar: inanç sıçraması.

Absürdün gücüyle, vazgeçtiği o sonlu dünyayı, o İshak'ı, Tanrı'nın lütfuyla bu dünyada geri alacağına inanır. İnanç şövalyesi hem sonsuzluğa aittir hem de sonlu dünyanın içinde, sıradan hayatın tam ortasında yaşar. Kierkegaard'ın ironik bir şekilde belirttiği gibi, İnanç Şövalyesi dışarıdan bakıldığında bir vergi memurundan veya sıradan bir vatandaştan farksız görünebilir. Onun olağanüstülüğü, içsel dünyasında, Tanrı ile kurduğu o mutlak ve paradoksal ilişkide gizlidir. O hem bu dünyaya aittir hem de değildir; sonlunun içinde sonsuzu yaşar.

İbrahim'in durumu ve İnanç Şövalyesi'nin konumu, radikal bir bireyselliği ve anlaşılamazlığı (iletişilemezliği) içerir. İbrahim, eylemini kimseye açıklayamaz, çünkü kullandığı dil (inancın dili) evrensel etiğin veya aklın dili değildir. Onun gerekçesi, sadece kendisi ile Tanrı arasındaki mahrem ilişkide yatar. Bu durum, Kierkegaard'ın, sadece toplumsal normlara, dogmalara veya kolayca anlaşılır ahlaki kurallara dayanan "konforlu" veya "kitlesel" din anlayışına yönelik eleştirisini de yansıtır. Gerçek inanç, ona göre, bu korkutucu, anlaşılmaz ve bireysel sıçramayı göze almayı gerektirir. Bu, dini alanı sadece etik davranışlar veya rasyonel teoloji ile sınırlamayı reddeden, onun paradoksal ve akıl ötesi boyutunu vurgulayan bir yaklaşımdır.

Kierkegaard'ın Korku ve Titreme’deki Hz. İbrahim analizi, okuyucuyu rahatsız eden, sorgulatan ve inancın doğası üzerine derinlemesine düşündüren bir metindir. İbrahim figürü aracılığıyla Kierkegaard, mutlak inancın basit bir etik kural seti olmadığını, tam tersine evrensel ahlak yasalarını askıya almayı gerektirebilen, akıl sınırlarını zorlayan (absürd), korku ve titreme yaratan, son derece kişisel ve anlaşılamaz bir sıçrama olduğunu ortaya koyar. O, bize konforlu inançlarımızın ötesine bakma ve bireyin Mutlak karşısındaki ürkütücü ama bir o kadar da özgürleştirici tekilliğiyle yüzleşme çağrısı yapar. Hz. İbrahim'in hikayesi, Kierkegaard'ın elinde, inancın bedelini, riskini ve akıl karşısındaki paradoksal zaferini anlatan ebedi bir düşünce deneyi haline gelir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Değişimin Eşiğindeki Kırsal Avrupa ve Türkiye'den Bakınca: Benzerlikler, Farklılıklar...

Konfor Alanınız Sizi 'Haşlıyor' Olabilir mi?

Stratejik Yol Ayrımı ve Dönüşümün İkili Gücü