Özgürlüğün Baş Döndüren Boşluğu

Gündelik hayatın koşturmacası içinde sıklıkla kullandığımız "kaygı" kelimesi, çoğu zaman sınav stresi, gelecek belirsizliği veya sağlığımızla ilgili endişeler gibi daha tanımlanabilir korkularla karışır. Ancak felsefe tarihinde, özellikle de varoluşçuluğun öncü figürü Søren Kierkegaard'ın düşüncesinde, "kaygı" (Angst) çok daha köklü, daha temel ve adeta insan olmanın dokusuna işlenmiş bir deneyimi ifade eder. Bu, geçici bir ruh hali değil, özgürlüğümüzle yüzleştiğimiz anda ortaya çıkan, varoluşumuzun titreyen zeminini hissettiğimiz derin bir duygudur. Kierkegaard, bu tarifi zor ama bir o kadar da tanıdık hissi, unutulmaz bir imgeyle somutlaştırır: Kaygıyı, bir uçurumun sarp kenarında durduğumuzda hissettiğimiz hem korkutan hem de tuhaf bir şekilde çeken baş dönmesine benzetir. Bu baş dönmesi, ne aşağıda bekleyen somut bir tehlikeden ne de yukarıdaki sağlam zeminden kaynaklanır; tam da o ikisinin arasındaki boşluktan, yani kendi özgürlüğümüzün sonsuz ihtimallerle dolu, dipsiz görünen boşluğundan doğar.

Kierkegaard'ın kaygı analizine girebilmek için, onun korku (Furcht) ile kaygı (Angst) arasında yaptığı net ayrımı anlamak elzemdir. Korku, her zaman belirli, tanımlanabilir bir nesneye yöneliktir. Karanlıktan korkarız, yılandan korkarız, toplum önünde konuşmaktan korkarız, işimizi kaybetmekten korkarız. Korktuğumuz şeyi işaret edebilir, onu tanımlayabiliriz.

Kaygı ise bu anlamda nesnesizdir. Kaygının yöneldiği şey, belirli bir tehdit değil, "hiçlik"tir. Bu hiçlik, somut bir boşluk değil, mümkün olanın kendisidir; henüz gerçekleşmemiş olanın (imkân), iyi ya da kötü, yaratıcı ya da yıkıcı her türlü potansiyelin (ihtimal) baş döndürücü mevcudiyetidir. Kaygı, "ne olacağından" çok, "ne olabileceğinden", hatta daha da derinde, bizim ne yapabileceğimizden kaynaklanır. Belirli bir tehdide odaklanmak yerine, tüm varoluşumuzu saran, tanımlanması zor, yaygın bir iç sıkıntısı ve huzursuzluk halidir.

Uçurum metaforu, kaygının bu nesnesizliğini ve özgürlükle olan bağını çarpıcı bir şekilde açığa çıkarır. Uçurumun kenarında duran birey, aşağı baktığında belirli bir tehlike görmez, sadece boşluğu, yani sonsuz olanaklılığı görür. Onu başını döndüren şey, düşme korkusundan ziyade, düşebileceği gerçeği ve daha da önemlisi, atlamayı seçebileceği gerçeğidir. İşte bu, özgürlüğün en saf ama en rahatsız edici halidir. Hiçbir dışsal zorunluluk, hiçbir içsel güdü, hiçbir ilahi emir bizi belirli bir eyleme itmez; seçim tamamen bize aittir. Kierkegaard'ın ifadesiyle, "Adımını uçurumun belirsizliğine doğru atmanın ya da atmamanın kararını verebilecek olmak ve tüm olasılıkların bir an için önümüzde serili olması hali insanda bu baş dönmesini meydana getirir."  

Bu baş dönmesi, bizi ayakta tutan sağlam zeminin (geçmişin veya mevcut durumun belirlenmişliğinin) altımızdan kayıp gittiği, geleceğin ise tamamen bizim seçimlerimizle şekillenecek bir boşluk olarak önümüzde uzandığı anın yarattığı vertigodur. Bu, aynı zamanda "ihtimalin imkânı"dır; yani sadece farklı şeyler yapmak değil, aynı zamanda yapmamak, hatta kendimizi yok etme olasılığının bile farkına vardığımız andır.

Özgürlük, genellikle arzulanan bir durum olsa da Kierkegaard onun aynı zamanda nasıl dayanılmaz bir ağırlık taşıdığını da gösterir.

Seçme özgürlüğü, aynı zamanda seçimin sorumluluğunu da üstlenmek demektir. "Kaygı, olanaklar arasında seçim yapmanın sorumluluğunun bireye ait olduğu her durumda ortaya çıkan baş dönmesidir." Her tercih, aynı zamanda vazgeçilen sonsuz diğer tercihler anlamına gelir. Ve yaptığımız seçimin sonuçları ne olursa olsun, bunun sorumluluğu bize aittir. Bu sorumluluk bilinci, özellikle de yanlış yapmak, başarısız olmak veya pişmanlık ihtimaliyle birleştiğinde, kaygıyı derinleştirir.

Kierkegaard, bu durumu teolojik bir bağlama oturtarak "kalıtsal günah" kavramıyla ilişkilendirir. Ona göre, Âdem ve Havva'nın cennetteki "masumiyet" hali, henüz iyiyi ve kötüyü bilmedikleri, dolayısıyla gerçek anlamda seçim yapmadıkları bir durumdur. Ancak Tanrı'nın yasağıyla birlikte, itaatsizlik etme olasılığı ortaya çıkar. İşte bu olasılığın farkına varılması, yani günah işleme potansiyelinin doğması, eylemden önce gelen kaygıyı yaratır. Âdem'in kaygısı, yasak meyveyi yeme eyleminden değil, onu yiyebileceği gerçeğinden, yani özgürlüğünden kaynaklanır. Bizler de benzer şekilde, hayatımızda ahlaki veya varoluşsal seçimlerle karşılaştığımızda, yanlış olanı yapma potansiyelimizin farkındalığıyla kaygı duyarız. Kaygı, özgürlüğümüzün karanlık ikizidir adeta.

Kierkegaard'ın kaygıyı tanımlarken kullandığı "'sempatik bir antipati, antipatik bir sempati'" ifadesi, bu duygunun karmaşık ve ikircikli doğasını en iyi özetleyen tanımlardan biridir. Bu ifadede derin bir paradoks yatar: Kaygıdan hem kaçarız hem de ona doğru çekiliriz.

Antipati duyarız, çünkü kaygı acı verir. Huzursuzluk, belirsizlik, kontrol kaybı hissi yaratır. Bizi rahat ve güvende hissettiğimiz alışkanlıklarımızdan koparır, varoluşumuzun kırılganlığıyla yüzleştirir. Bu baş dönmesinden, bu boşluk hissinden kurtulmak, sağlam bir zemine tutunmak isteriz. Bu nedenle ondan kaçarız.

Ancak aynı zamanda ona karşı bir sempati, bir çekim de duyarız. Çünkü kaygı, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, bizim basit bir nesne veya içgüdüsel bir varlık olmadığımızı, özgür, bilinçli ve potansiyeli olan bir ruh olduğumuzu da gösterir. Kaygı duyabilme kapasitemiz, bizim olanaklılığı kavrayabilme, geleceği düşünebilme ve kendimizi aşabilme yeteneğimizin bir kanıtıdır. O, bizi sığlıktan ve sıradanlıktan uyandırır, daha derin bir varoluşsal farkındalığa iter. Kaygının işaret ettiği o boşluk, aynı zamanda yaratıcılığın, değişimin ve otantik benliğin doğabileceği yerdir. Bu nedenle, kaygıdan kaçmak, bir anlamda kendi özgürlüğümüzden ve potansiyelimizden kaçmak anlamına da gelebilir. Kaygı, bizi hem korkutan hem de daha yüksek bir varoluş düzeyine çağıran ikili bir mesaj taşır.

Kierkegaard'ın düşünce sisteminde kaygı, diğer birçok temel kavramla sıkı bir ilişki içindedir. Özgürlükle olan doğrudan ve kurucu ilişkisini zaten detaylandırdık. Kalıtsal günahla olan bağlantısı, kaygının sadece eylemlerimizden değil, eylem potansiyelimizden, özellikle de yanlış yapma potansiyelimizden kaynaklandığını gösterir. Zaman boyutuyla ilişkisi, kaygının her zaman geleceğe, belirsizliğe ve henüz gerçekleşmemiş ihtimallere yönelik olmasında yatar; geçmişin belirlenmişliğinden veya şimdinin anlık deneyiminden farklıdır.

Kaygı, Kierkegaard'ın bir diğer önemli kavramı olan umutsuzluk (despair) ile de ilişkilidir ancak aynı şey değildir. Umutsuzluk, genellikle benliğin kendisiyle olan ilişkisindeki bir "hastalık" olarak tanımlanır ve sıklıkla olanaklılıkla kurulan sağlıksız bir ilişkiden kaynaklanır. Kişi ya kendi sonsuz olanaklarını (özgürlüğünü) reddederek sonluluğa hapsolur (umutsuzluğun bir türü) ya da somut gerçeklikten koparak sonsuz olanaklılık içinde kaybolur (umutsuzluğun başka bir türü). Kaygı ise daha çok, bu olanaklılıkla ilk karşılaşma anı, o ilk baş dönmesidir. Çözümlenmeyen ve yanlış yönetilen kaygı, umutsuzluğa yol açabilir.

Kaygının, Kierkegaard'ın meşhur "inanç sıçraması" (leap of faith) kavramıyla da bağlantısı kurulabilir. Kaygı, tam da rasyonel aklın sınırlarına geldiğimiz, hiçbir garantinin olmadığı, sadece olanaklılığın ve riskin bulunduğu noktada hissettiğimiz duygudur. İnanç (özellikle Tanrı'ya olan mutlak inanç), Kierkegaard için, bu kaygı uçurumunun üzerinden akılla değil, iradeyle yapılan bir sıçramadır. Kaygı, bu sıçramanın ne kadar zorlu ve akıl dışı olduğunu bize gösteren bir ön koşul gibidir.

Kierkegaard'ın bize sunduğu kaygı portresi, modern psikolojinin tedavi etmeye çalıştığı klinik anksiyeteden farklı olarak, insan varoluşunun kaçınılmaz ve hatta anlamlı bir parçasıdır. O, ortadan kaldırılması gereken bir kusur değil, özgürlüğümüzün doğal bir sonucudur; adeta ruhumuzun sahip olduğu potansiyelin yarattığı bir baş dönmesidir. Onu anlamak, onunla olan ilişkimizi dönüştürebilir.

Kaygıyı sadece kaçınılması gereken bir tehdit olarak görmek yerine, onu kendi özgürlüğümüzün, sorumluluğumuzun ve potansiyelimizin bir işareti olarak kabul etmek, belki de daha dürüst, daha derin ve daha otantik bir yaşam sürmenin kapısını aralar. Uçurumun kenarındaki o baş dönmesiyle yüzleşmek, ondan kaçmak yerine onu tanımak ve anlamaya çalışmak, kendi varoluşumuzun en temel dinamiklerini ve özgürlüğümüzün hem getirdiği yükü hem de sunduğu eşsiz armağanı kavramak anlamına gelir. Kierkegaard'ın felsefesi, bizi bu zorlu ama dönüştürücü yüzleşmeye davet eder.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Değişimin Eşiğindeki Kırsal Avrupa ve Türkiye'den Bakınca: Benzerlikler, Farklılıklar...

Konfor Alanınız Sizi 'Haşlıyor' Olabilir mi?

Stratejik Yol Ayrımı ve Dönüşümün İkili Gücü