İki Saatte Üç Kitap

“Bizimki yine geldi.” Dedi kitapçıda çalışan genç, elindeki büyük fincanla neskafesini yudumlayan patronuna dönerek ve içeriye girip kitaplar arasında gezinen kırklı yaşlardaki adamı başıyla işaret etti. Patron, kasanın arka tarafındaki döner koltuğa oturmuş ve sırtını kitapların bulunduğu büyük dükkâna dönmüş, para sayıyordu. Birbirinden farklı, yüzlerce kitabın bulunduğu, ortalama bir insan boyundan birazcık daha kısa rafların arasında gezinen üç müşteri vardı dükkânda: Genç bir kadın, bir öğrenci ve kırklı yaşlarda esmer bir adam.

Patron, koltuğuyla birlikte döndü önce, sonra ayağa kalktı, kalkarken de neskafesinden bir yudum daha aldı. Elindeki para demetini kasaya bırakıp etrafa bir göz gezdirdi. Çalışanın başıyla işaret ettiği adama gözlerini dikti. Birkaç saniye dikkatlice baktıktan sonra başını hoşnutsuz bir şekilde iki yana sallayarak yerine oturdu. Neskafesinden bir yudum daha aldı. Sonra gözlerini açıp kapayarak yine hoşnutsuz bir ifade takındı yüzüne. “Gelir, gider.” dedi çalışanına dönmeden. Başı önde, gözleri kasanın üzerinde duran para demetindeydi. Kır saçlı, yanakları çökmüş patron, yaşından oldukça büyük gösteriyordu. Birden ayağa kalkıp para demetini cebine koydu. Tekrar oturdu. Otururken öğrenci ile göz göze geldi.

Çalışanla aralarındaki konuşmayı öğrencinin duymuş olduğundan endişelenerek başını başka tarafa çevirip gözlerini kaçırdı.

Öğrenci de ondan kaçırdı gözlerini. Kitap raflarının arasında kaybolarak kurtuldu yeni bakışlarından. Arkaya, çalışanın başıyla işaret ettiği tarafa yürüdü. Çalışanın “Bizimki” diye bahsettiği, “yine geldi” diyerek de gelişinden hoşnutsuzluğunu belirttiği adamın bulunduğu bölüme vardı. Raftan eline aldığı bir kitabı okur gibi yaparak göz ucuyla, kırklı yaşlarında olduğunu tahmin ettiği, saçları makineyle üçe vurulmuş, ince çerçeveli yuvarlak gözlüğü mütemadiyen burnunun üstüne düşen ve nerdeyse her saniye sağ elinin işaret parmağıyla gözlüğünü kaldıran esmer adamı izlemeye başladı.

Bir ara en sondaki rafa doğru yürüdü. Raftan aldığı kitabın önce ön kapağına, sonra içinden rastgele açtığı bir sayfasına, en sonunda da arka kapağını çevirerek fiyatına baktı. Elini cebine attı sonra. Cebinden çıkardığı parayı kontrol etti. Öğrenci, on beş lira gördü esmer adamın elinde. Bir onluk bir de beşlik.

Eliyle “kahretsin” der gibi bir işaret yaparak kitabı yerine, parayı cebine bırakıp yürüdü.

Onun uzaklaşmasıyla, Öğrenci de en arkadaki o rafa doğru yaklaşıp onun bıraktığı kitabı aldı ve fiyatına baktı. Kitabın üzerinde on sekiz lira yazıyordu.

Kırklı yaşlardaki esmer adamın niçin elini “kahretsin” der gibi salladığını şimdi anlamıştı öğrenci. Cebinde on beş lira vardı, elindeki kitap on sekiz liraydı. Üç lirası daha çıksa beğendiği kitabı alabilecekti. Kır saçlı, yanakları çökmüş ve durmadan para sayan patronla pazarlık edebilecek cesareti de kendinde bulamamıştı anlaşılan. O yüzden de kitabı bırakıp, telefonla birini arıyormuş gibi yaparak kitapçıdan uzaklaşmıştı koşar adımlarla.

Çalışan, kitap raflarının arasına dalmış, dağılan kitapları topluyordu. Nerdeyse her müşterinin gidişinden sonra rafların arasına geçip dağılan kitapları toplamayı adet edinmişti. Belki de kır saçlı, çökük yanaklı, para saymayı seven patronu tembih etmişti bunu ona. Ama bence asıl niyeti dağılan kitapları değil, ellerine aldıkları kitaplara gömülmüş olan okuyucuların dağılan dikkatlerini toplamak ve onlara kütüphanede değil, kitapçı dükkânında olduklarını hatırlatmaktı. Elindeki kitabı okumaya dalmış müşterilerini kendilerine getirmek için “Aradığınız bir kitap var mı?”, “Size nasıl yardımcı olabilirim?” gibi cümlelerle silkeleyip “Alacaksan al, almayacaksan fazla oyalanma, burası ticarethane.” Demeye getiriyordu.

Bunu da ona kır saçlı, çökük yanaklı, para saymayı seven patronu tembih etmişti.

Öğrenci, usulca çalışanın yanına yaklaştı.

“O adamdan niye öyle aşağılayıcı bir üslupta bahsettiniz?”

“Geliyor” dedi çalışan. “Her gün geliyor ve saatlerce dolaşıyor kitap raflarının arasında. Hiç kitap almadan da çekip gidiyor.”

Öğrenci ile çalışanın konuşmalarını işiten patron, elindeki neskafe fincanını bırakıp onlara doğru yürüdü. Yanlarına vardı ve “Ne oluyor?” diye homurdandı çalışana bakarak. Çalışan telaşlı ve bir nefese birkaç cümle sığdırmaya çalışarak cevapladı: Az önceki adamı soruyor efendim. Hani şu her gün gelip hiç kitap almadan giden adam var ya, esmer, yuvarlak gözlüklü, zayıf adam…

“Ha o mu?” dedi patron. “O her gün gelir, bir iki saat oyalanır ve kitapları karıştırır. Bir-iki saatte de en az üç kitap okur gider.”

Güldü öğrenci ve şaşırdı. “İki saatte üç kitap mı? Sizce bu mümkün mü? İki saatte üç kitap ha? Siz iki saatte üç kitap okuyabilir misiniz?” dedi patrona.

Düşündü patron.

“Bilmem” dedi. “Bilmem okunabilir mi? Ben hayatımda hiç kitap okumadım ki…”

Yürüdü öğrenci. Kitapçının kapısına vardı. Dışarı çıkıp, caddeden süratle geçen arabaların gürültüsüne, cadde üzerindeki dükkânların gümbürtüsüne, ezan seslerini bastıran davul ritimlerine karışıp mırıldanarak kayboldu uzakta.

Kelimeler boğazında düğümlenirken zihnine şu cümleler hücum ediyordu: Bu Allahsız kapitalizm önüne kattığı her şeyi dönüştürüyor. Baksana, bir kitapsızı kitapçıya dönüştürmüş. Galiba gerçekten katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar nihayet kendi gerçek hayat şartları ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor…

Yürüdü öğrenci, şehrin üstüne inen karanlığın içine doğru yürüdü. Ve “Tuhaf” dedi. “Ne kadar tuhaf. Hayatında hiç kitap okumayan adamın bir dükkân dolusu kitabı varken, her gün gelip kitapları koklayan adam, istediği kitabı alabilmek için üç lirayı bulamıyor. Kader mi sistem mi?”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Değişimin Eşiğindeki Kırsal Avrupa ve Türkiye'den Bakınca: Benzerlikler, Farklılıklar...

Konfor Alanınız Sizi 'Haşlıyor' Olabilir mi?

Stratejik Yol Ayrımı ve Dönüşümün İkili Gücü