Sular Köprüleri Yıkmadan
Evlilik tarihi ve aileler üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Lawrence Stone, Avrupa’da ailenin gelenekselden modern döneme gelişini üç ayrı aşamada inceler. Stone’a göre geleneksel dönemde aile, duygusal bir bağlanma odağı değildir.
Bu ailenin yerini, 17. Yüzyılın başlarından 18. Yüzyıl başlarına kadar devam eden bir geçiş formu alır. Geçiş ailesi aynı zamanda günümüz çekirdek ailesinin de kaba bir nüvesini teşkil eder. Bu aile, “bağlanmacı bireycilik” adı verilen ve ilk aile tipinde hastalık olarak görülen evlilik bağlarının, romantik sevgi temelinde, bireysel seçimlerle karar verilen bir türüdür.
Modern sanayi dönemiyle birlikte bugünkü aile tipi de kendini göstermeye başlar.
Bilinen her beşeri olgu gibi ailenin de bir geleneksel bir de modern formu vardır. Kökeni konusunda farklı iddialar ortaya atılmış da olsa, ailenin insanlığın yaratılışından beri var olduğunu ileri süren yaklaşım, günümüzde en çok kabul gören yaklaşımdır. Buna göre, insanlığın bilinen en eski dönemlerinden bu güne, en ilkel toplumdan en modern topluma kadar her yerde ve her zaman aile kurumuyla karşılaşılmaktadır.
Antropolojik araştırmalar, insanlık ailesi içerisinde, cinsel hayatın düzenlenmediği ve çocukların yetiştirilmesi görevini üstlenmiş ebeveynlerin bulunmadığı bir toplumun tarih boyunca hiç var olmadığını ve ailenin ilk insandan bu bugüne hep var olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak, modernite ile birlikte aşınan bütün geleneksel kurumlar gibi aile de değişimden nasibini almış, sanayileşme ve kentleşme ile birlikte farklı veçhelere bürünmüştür. Francis Fukuyama’ya göre, erkekler ve kadınların fabrikada iş bulması, çocukların okullara gönderilmesi, yaşlıların huzur evlerine kapatılması ve eğlence olarak da Hollywood yapımı filmlerin ve dizilerin televizyon gibi bir eğlence makinesinde gösterime girmesi, ailenin neredeyse tüm fonksiyonlarını almış ve geriye sadece üreme işlevini bırakmıştır.
Hemen her geleneksel toplumda evliliğin dini veya kutsal bir müessese olduğu düşünülür, yaratıcının otoritesinde gerçekleşmesi ve yine o otoriteye bağlı olarak sürdürülmesi gerektiğine inanılırken, hayat anlayışının hedonist düşünce üzerine kurulu olduğu modern toplumlar için pek çok insani değer, aşılması gereken birer engel olarak görülmüştür. Çocuğun bizzat kendisi dahi bu engellerden birisi olarak telakki edilebilmektedir. Antony Giddens’e göre, 1976’da kadınların %1’i çocuk sahibi olmak istemezken bugün bu oran %20’lere ulaşmıştır ve giderek de artmaktadır.
Günümüz Batı toplumlarındaki çocukların %30’undan daha fazlasının evlilik dışı ilişkiler yoluyla dünyaya gelmiş olması da ayrı bir trajedi olarak karşımızda durmaktadır.
Diğer yandan, ailesi boşanmış çocukların yaşamış oldukları savrulmalar ise başlı başına bir inceleme konusudur. Afyonkarahisar’da 2019 yılında 3976 çocuk, ailesinin boşanmasına tanıklık ederken bu rakam 2020 yılında 3704 olmuştur.
Ailesi boşanmış çocukların, boşanmış eşler arasında icrai takip konusu olması ise ayrı bir sarsıntı olarak toplumsal vicdanı rahatsız etmeye devam etmektedir. Bunun yanı sıra, bu çocuklar, hayatları boyunca emin bir sığınak aramakta ve buldukları sığınaklara da güvenle bağlanmak konusunda zorluklar yaşamaktadır.
Amerika’da bir araştırma, şizofreninin, dağılmış ailelerde veya ciddi şekilde hasar görmüş aile iletişimi sonucunda ortaya çıktığı belirlenmiştir. Ailedeki sorunların, çocuklardaki pek çok ruhsal çatışmaların ortaya çıkmasına öncülük ettiği de bilinen bir gerçektir.
Sosyal kurumlar değişimler karşısında, çözülme ya da bütünleşme yönünde gelişir. Bütünleşme ve dengeyi sağlayamayan sosyal kurum, ömrünü tamamlar ve kaçınılmaz olarak tarihin tozlu raflarındaki yerini alır. Ailenin, insanlık tarihi boyunca var olan emin bir sığınak, hem geleneksel hem de modern anlamda bir Nuh’un Gemisi olduğunu söylemek de, ailenin, değişim karşısında hızla çözülmeye başladığını ifade etmek de sanırım yanlış olmayacaktır.
Vakit çok geç olmadan toplumun bütün kesimleri kolları sıvayıp işe koyulmalı ve tüm dünyanın yaşadığı modern tufanın yükselttiği sulardan toplumun bu son kalesini kurtarmak için bir yerden işe başlamalıdır. Kamu kurumlarından sivil toplum örgütlerine, üniversitelerden yerel yönetimlere, siyasi partilerden iş dünyasına kadar her müessese ve her fert, sular köprüleri yıkmadan elini taşın altına koymalı ve bu tufandan kurtulmak için Nuh’un Gemisi’ndeki yerimizi almamıza katkı sağlamalıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder