Yapamadığımız Seçimler

Modern düşünce, bireyi sıklıkla kendi kaderinin mutlak hâkimi olarak konumlandırır. Hayatın, irademizle yaptığımız bilinçli tercihlerin bir toplamı olduğu fikri, kişisel gelişimden başarı anlatılarına kadar pek çok alanda karşımıza çıkar. Seçimlerimizin gücünü vurgulayan bu yaklaşımda inkâr edilemez bir doğruluk payı vardır; attığımız adımlar, verdiğimiz kararlar şüphesiz bugünkü varoluşumuzu şekillendirir. Ancak bu tablonun eksik olduğunu, hayatın dokusunun çok daha karmaşık ipliklerle örüldüğünü fısıldayan derin bir gerçeklik de mevcuttur: Hayat, sadece yaptığımız değil, aynı zamanda ve belki de çok daha fazla, yapamadığımız seçimlerin/tercihlerin de bir sonucudur.

İşin can alıcı noktası şudur: Hayat, her bireye aynı "tercih yapma" lüksünü veya şansını bahşetmez. Bu farkındalık, bireysel sorumluluk mitinin ötesine geçerek bizi varoluşun daha çetrefilli, daha eşitsiz ve çoğu zaman daha trajik boyutlarıyla yüzleşmeye davet eder.

Bireyin kendi kaderini çizdiği, yeterince isterse her şeyi başarabileceği yönündeki yaygın ve çekici anlatı, özellikle fırsatların bol olduğu toplumlarda veya ayrıcalıklı konumdaki bireyler için bir motivasyon kaynağı olabilir. Ancak bu anlatı, hayatın başlangıç çizgisindeki devasa farklılıkları ve yol boyunca karşılaşılan yapısal engelleri görmezden geldiğinde tehlikeli bir yanılsamaya dönüşebilir. Hiçbirimiz dünyaya gelirken ailemizi, doğduğumuz coğrafyayı, ten rengimizi, biyolojik cinsiyetimizi, genetik mirasımızı veya içine doğduğumuz sosyoekonomik sınıfı seçmedik. "Doğum piyangosu" olarak adlandırılan bu durum, hayatımızın ilk perdesini ve çoğu zaman tüm senaryosunu derinden etkiler. Güvenli bir mahallede, eğitimli ve destekleyici bir ailede dünyaya gelmekle, yoksulluk, şiddet veya imkansızlıkların hüküm sürdüğü bir ortama gözlerini açmak arasında, bireyin önüne serilen potansiyel "seçim" yelpazesi kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Bu nedenle, bireysel başarıyı sadece kişisel irade ve çabaya bağlamak, başlangıç çizgisindeki bu adaletsizliği ve şans faktörünün ezici rolünü göz ardı etmektir. Bu durum, aynı zamanda başarısızlığın veya zorlu yaşam koşullarının da sadece bireysel yetersizlikten kaynaklandığı gibi haksız ve acımasız bir yargıya kapı aralar.

"Yapamadığımız seçimler" kavramı, kaçırılmış fırsatlara veya pişmanlıklara indirgenemeyecek kadar geniştir. Bu, çoğu zaman bireyin iradesi dışında, varoluşunu çevreleyen duvarlar anlamına gelir. Sosyoekonomik duvarlar, en belirgin olanıdır. Yoksulluk, sadece maddi imkânsızlık değil, aynı zamanda kaliteli eğitime, besleyici gıdaya, güvenli barınmaya, önleyici sağlık hizmetlerine, kültürel zenginliğe ve ufuk açıcı sosyal ağlara erişimin de kısıtlanması demektir. Bu koşullarda "istediğin mesleği seç" demek ne kadar anlamlıdır?

Coğrafi duvarlar, bireyi doğduğu yerin kaderine hapsedebilir. Kırsal bir bölgede yaşayan bir gencin bir metropoldeki yaşıtıyla aynı eğitim veya kariyer seçeneklerine sahip olması beklenemez. Ulaşım ve iletişim altyapısındaki eksiklikler, bu duvarları daha da yükseltir.

Sistemsel eşitsizlikler ve ayrımcılık, belki de en acımasız duvarlardır. Bireyin yeteneği, çabası veya arzusu ne olursa olsun, sadece ten rengi, etnik kökeni, inancı, cinsiyeti veya engellilik durumu nedeniyle önüne set çekilmesi, "seçme özgürlüğü" kavramını anlamsızlaştırır.

Bu duvarlar, sadece dışsal engeller değildir. Bireyin iç dünyasında da yankılanır; özgüvenini zedeler, umutlarını kırar ve potansiyelini gerçekleştirmesini engeller. Biyolojik ve sağlıkla ilgili kısıtlamalar da hayatın temel gerçeklerindendir; kronik bir hastalıkla veya ciddi bir engelle yaşamak, bireyin yapabileceği seçimlerin doğasını ve kapsamını kaçınılmaz olarak sınırlar.

Bilgiye erişimdeki eşitsizlikler de önemlidir; varlığından haberdar olmadığınız bir seçeneği tercih etmeniz mümkün değildir.

Toplumsal ve politik koşullar – savaşlar, doğal afetler, baskıcı rejimler, ekonomik krizler – bireylerin hayatları üzerindeki kontrolünü büyük ölçüde ellerinden alabilir ve onların hayat gayesini sadece hayatta kalma mücadelesine indirgeyebilir. Tüm bu faktörler, hayatın sadece iradi seçimlerden değil, aynı zamanda ve çoğu zaman daha baskın bir şekilde, seçilemeyen koşullar ve aşılamayan engellerden oluştuğunu gösterir.

Bu tablo karşısında, hayatımızdaki pek çok temel konuda (eğitim, kariyer, yaşam tarzı, ilişkiler vb.) anlamlı ve çeşitli seçeneklere sahip olmanın kendisinin, evrensel bir standart değil, önemli bir ayrıcalık olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz. Seçme özgürlüğü, genellikle belirli sosyal, ekonomik ve politik koşulların bir ürünüdür. Bu ayrıcalığa sahip olanlar, genellikle bunun farkında bile olmazlar; kendi başarılarını tamamen kendi çabalarına atfederken, benzer "başarıyı" gösteremeyenleri yeterince çabalamamakla veya yanlış seçimler yapmakla suçlama eğiliminde olabilirler. Oysa seçme şansının kısıtlı olduğu veya hiç olmadığı durumları anlamak, bu ayrıcalığın getirdiği sorumluluğu da idrak etmeyi gerektirir.

Sahip olduğumuz seçenekler yelpazesi ne kadar genişse, bu seçenekleri sadece kendi kişisel tatminimiz için değil, aynı zamanda daha adil ve eşit bir dünya yaratma yönünde kullanma sorumluluğumuz da o kadar artar mı?

 Bu, cevaplanması gereken derin bir etik sorudur.

Hayatın büyük ölçüde kontrolümüz dışındaki faktörler tarafından şekillendirildiğini kabul etmek, bizi bir çaresizlik veya kadercilik tuzağına düşürmemeli. Evet, başlangıç noktamızı ve yolumuzdaki pek çok engeli biz seçmedik. Ancak bu koşullar içinde nasıl duracağımızı, bu sınırlara nasıl tepki vereceğimizi ve elimizdeki dar alanda bile olsa hangi değerlere göre hareket edeceğimizi seçme özgürlüğümüz hala vardır: Belki hangi üniversiteye gideceğimizi seçemedik ama mevcut koşullarda öğrenebildiğimiz kadarını öğrenmeyi seçebiliriz. Belki hayalimizdeki işi yapamadık ama mevcut işimizi dürüstlükle ve elimizden gelenin en iyisini yaparak sürdürmeyi seçebiliriz. Belki büyük toplumsal adaletsizlikleri tek başımıza değiştiremeyiz ama kendi çevremizde adil ve saygılı davranmayı seçebiliriz.

Yani, "yapamadığımız" seçimlerin ağırlığını kabul etmekle birlikte, yapabildiğimiz seçimlerin değerini ve anlamını da küçümsememek gerekir. Hayatımızın anlatısı, sadece dış koşulların bir sonucu değil, aynı zamanda bu koşullara verdiğimiz tepkilerin, gösterdiğimiz direncin, yaptığımız küçük tercihlerin ve sahiplendiğimiz değerlerin de bir ürünüdür.

Bu, insanın trajedisi olduğu kadar, onurudur da: En kısıtlı koşullarda bile anlam yaratma ve eylemde bulunma potansiyeli.

Hayatın herkese eşit bir "seçme şansı" vermediği gerçeğini içselleştirmek, insanlara ve onların hayat hikayelerine bakışımızı kökten değiştirebilir. Bu farkındalık, kolay yargılardan ve yüzeysel suçlamalardan uzaklaşarak, derin bir empatiye kapı aralar. Başkalarının mücadelelerini, karşılaştıkları görünmez duvarları ve sahip olamadıkları fırsatları hayal etmeye başladığımızda, onlara karşı daha anlayışlı, daha şefkatli ve daha az yargılayıcı oluruz. Bu, acımaktan farklıdır; bu, insanlık durumunun ortak kırılganlığını ve adaletsizliğini anlamaktır.

Bu empatinin doğal bir uzantısı ise, toplumsal adalet ve fırsat eşitliği talebidir. Eğer insanların hayatları büyük ölçüde kontrol edemedikleri yapısal faktörler tarafından belirleniyorsa, o zaman daha adil bir toplum, bu yapısal engelleri ortadan kaldırmak veya en azından etkilerini azaltmak için çaba göstermelidir. Herkese potansiyelini gerçekleştirme şansı verecek kaliteli eğitime, sağlık hizmetlerine ve sosyal güvenceye erişimi sağlamak, ayrımcılıkla mücadele etmek ve bölgesel eşitsizlikleri gidermek, sadece bir lütuf değil, ahlaki bir zorunluluk haline gelir. "Yapamadığımız seçimler" gerçeği, bireysel çabanın önemini yadsımadan, kolektif sorumluluğumuzun altını çizer.

Hayat yolculuğumuz, kendi irademizle attığımız adımların ve kontrolümüz dışındaki rüzgarların bizi sürüklediği yolların karmaşık bir bileşimidir. Hayat, sadece yaptığımız değil, aynı zamanda ve belki de daha derin bir anlamda, yapamadığımız, seçme şansı bulamadığımız yolların da bir sonucudur. Bu gerçeği tüm derinliğiyle kavramak, bizi hem daha alçakgönüllü hem de daha empatik kılar. Kendi sahip olduğumuz seçme özgürlüğünün bir ayrıcalık olduğunu fark etmemizi ve bu ayrıcalığın getirdiği sorumluluğu düşünmemizi sağlar. Aynı zamanda, en zorlu koşullar altında bile insanın anlam arayışının ve eylem potansiyelinin değerini anlamamıza yardımcı olur. Hayatın bu karmaşık denklemini kabul etmek, hem bireysel varoluşumuza daha gerçekçi bir gözle bakmamızı hem de herkes için daha adil ve daha fazla seçeneğin olduğu bir dünya ideali için çaba göstermemizi gerektirir.  Nihayetinde hepimiz hem kendi seçtiğimiz hem de bize seçme şansı vermeyen yolların yolcularıyız.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Değişimin Eşiğindeki Kırsal Avrupa ve Türkiye'den Bakınca: Benzerlikler, Farklılıklar...

Konfor Alanınız Sizi 'Haşlıyor' Olabilir mi?

Stratejik Yol Ayrımı ve Dönüşümün İkili Gücü