Gemi Batarken Prosedür Kitabı Okuyacak Ezberciler Değil, Yeni Bir Rota Çizebilecek Hayalperestler Lazım
Şirketlere,
devlet dairelerine ve o görkemli plazaların içindeki devasa organizasyonlara
dışarıdan baktığınızda ne görüyorsunuz?
Çoğu
zaman dış cephedeki ışıltı bizi yanıltır; içeride çevik, rüzgârla dans eden,
sorunlara anında yanıt veren sürat tekneleri göreceğimizi sanırız. Oysa kapıdan
içeri girdiğinizde karşılaştığınız manzara genellikle nefes almakta zorlanan,
en basit kararı almak için bile onlarca toplantıya, bitmek bilmez onay
süreçlerine ihtiyaç duyan, kendi ağırlığı altında ezilen hantal yapılar olur. Bu
durumu en iyi anlatan ifade "Kurumsal Obezite"dir.
İşin en trajikomik ve ironik yanı ise şudur: Bu obeziteyi besleyen şey, toplumun "başarı" diye kutsadığı, duvarları süsleyen o parlak diplomalar, ışıltılı kadro ve derecelerdir. Bugün iş dünyasının ve devlet mekanizmalarının damarlarını tıkayan kolesterol, aslında kötü niyet değil, aşırı eğitimli bir vizyonsuzluktur. Bu tıkanıklığın kaynağı, genellikle dünyanın "en iyi okullarından" mezun olmuş, riski yönetmeyi risk almaktan her zaman üstün tutan, kaybetme korkusuyla donanmış o seçkin kalabalıktır.
Yıllarca
bize ve kurumlara çok süslü bir yalan satıldı: "En iyi üniversitelerden,
en yüksek not ortalamasıyla mezun olanları işe alırsan, şirketini uçurursun,
ülkeni kurtarırsın." Ancak gerçekte olan şey çok farklıydı. O seçkin
okullar ve akademik fabrikalar bize kaosu yönetebilen "sorun
çözücüleri" değil, mevcut düzeni korumaya yeminli "süreç yöneticileri"
verdi. Bize hayal kuran kaşifleri değil, kurallara harfiyen uyan mükemmel
memurlar verdi.
Bir
girişimci veya vizyoner, karşılaştığı bir engel karşısında "Bunu nasıl
yaparız, kuralları nasıl esnetiriz?" diye sorarken; diplomalı bürokrasi
"Bunu yaparsak başımıza ne gelir, prosedür ne diyor?" endişesiyle
hareket eder. Bu kitle, okul sıralarında hata yapmaktan ölesiye korkacak
şekilde, adeta birer laboratuvar faresi gibi şartlandırılmıştır. Çünkü akademik
hayatta hata yapmak, notun düşmesi ve başarısızlık demektir. Oysa inovasyonun
kalbi olan gerçek hayatta hata yapmak, öğrenmenin ve gelişmenin tek yoludur.
İşte bu yüzden, odalar dolusu üniversite mezunu, çoğu zaman bir garaj
girişimcisinin yarattığı etkiyi yaratamaz. Onlar PowerPoint sunumlarında ve
Excel tablolarında mükemmeldirler; ancak hayatın kanlı canlı, kaotik ve
belirsiz gerçekliğine karşı çaresiz kalırlar.
Bu kurumsal obezitenin en belirgin ve en tehlikeli semptomu, literatürde "Analiz Felci" (Analysis Paralysis) olarak bilinen durumdur. Büyük bir kriz anını veya tarihi bir fırsatı düşünün; vizyoner bir lider içgüdülerine, tecrübesine ve en önemlisi hayaline güvenerek "Oraya gidiyoruz, rotayı çevirin!" der. Diplomalı ama vizyonsuz yönetici ise paniğe kapılır ve hemen savunma mekanizmalarını devreye sokar: "Durun! Önce bir komisyon kuralım, fizibilite raporu hazırlayalım, paydaşlardan görüş alalım, risk analizini bekleyelim..."
Sonuçta
raporlar hazırlanır ama kimse okumaz, toplantı yapmak için ön toplantılar
düzenlenir, kahveler içilir ve sunumlar yapılır. Ancak bu sırada dünya
değişmeye devam eder, fırsat kaçar ve o kurum olduğu yerde sayarken rakipler
çoktan limana varmış olur. Bu hantallık, zekâ değil, cesaret eksikliğinden
kaynaklanır.
Diplomalar
insanlara teknik bilgi ve jargon yükler ama cesaret yükleyemez. Hatta çoğu
zaman, insanların sahip oldukları o "itibarı" ve "unvanı"
kaybetme korkusu, cesaretlerini günden güne törpüler.
Ülkelerin
kalkınması ve şirketlerin gerçek anlamda inovasyon yapabilmesi için ihtiyaç
duyduğumuz şey, daha fazla akademik makale, daha kalın prosedür kitapları veya
daha süslü CV'ler değildir. İhtiyacımız olan tek ve en güçlü yakıt "Büyük
Hayaller"dir.
Tarihe
baktığınızda, statükoyu yıkanların ve dünyayı değiştirenlerin genellikle
sistemin "uyumsuz", "arıza" veya "deli" dediği
kişiler olduğunu görürsünüz. Eğer onlar mevcut mevzuatlara takılıp kalsalardı,
bugün kullandığımız teknolojilerin hiçbiri olmazdı. "Bu işin prosedürü
böyle, geçmişte hiç yapılmadı" diyenleri dinleselerdi ne devrimler
yapılabilirdi ne de insanlık bugünkü refah seviyesine ulaşabilirdi.
Büyük
hayal, mantıksız gibi görünür. Büyük hayal, o anki verilere ve istatistiklere
göre "imkansız"dır. İşte tam da bu yüzden, sadece verilere bakan
diplomalı zihinler o hayali göremez. Onlar sadece olanı analiz eder, olacak
olanı inşa edemezler.
Bu
yazı, eğitime karşı yazılmış sığ bir manifesto değildir; aksine eğitimin bir
"konfor alanı" ve bir "kalkan" olarak kullanılmasına bir
başkaldırıdır. Eğer bir lider, bir İK yöneticisi veya bir girişimciyseniz,
reçeteniz bellidir: Masanızdaki veya işe alacağınız kişinin CV'sindeki
üniversite logolarına bakmayı bırakın, gözlerindeki o "açlığa" ve “parıltıya”
odaklanın.
Bize,
"Hocam bu sınavda çıkacak mı?" zihniyetiyle büyümüş, sınırları
ezberleyen personel değil; "Bu sorunu çözmek için hangi kuralı yıkmamız
gerekiyor?" diye soran, sınırları zorlayan deliler lazım.
Bize,
gemi batarken prosedür kitabını okuyanlar değil, yeni bir rota çizebilecek
inisiyatifi alan hayalperestler lazım.
Kurumsal
obezitenin tek ilacı girişimci ruhtur ve o ruh da üniversite amfilerinde değil,
insanın kendi içindeki "dünyayı değiştirme" arzusunda saklıdır.
Diplomanız
sizi sadece kapıdan içeri sokar; ama sizi oradan ileriye taşıyacak, hatta sizi
ve toplumunuzu kurtaracak olan şey, o kâğıt üzerinde yazan notlar değil,
zihninizde canlandırdığınız büyük hayallerdir.
Diplomalarınız sizi kurtarmayacak; ama cesaretiniz ve hayalleriniz dünyayı değiştirecektir.
