"İhtiras
kuvvetli olduğu zaman, muhakemeyi altüst eder," der Satı El-Hursi ve o can
alıcı tespiti ekler: "Heyecan, düşünceyi felce uğratır."
Yıllarca
bu cümlenin, sadece zihinsel bir körlüğü, mantıklı düşünme yetisinin anlık
kaybını tarif ettiğini sanırdım. İhtirasın ve hırsın, insanın sadece aklını
başından aldığını, onu hatalı kararlara sürüklediğini düşünürdüm. Ancak Cacilda
Jetha’nın Cinselliğin Şafağı kitabındaki o çarpıcı satırlarla, o bilimsel
gerçekle yüzleşince meselenin rengi değişti.
Meselenin
sadece "düşünce felci" olmadığını, hırsın bedeni de içeriden çürüten,
damarları tıkayan ve kalbi durduran biyolojik bir zehir olduğunu dehşetle fark
ettim.
Hayatı "sıfır toplamlı bir oyun" olarak gören, başkasının kazancını kendi kaybı zanneden, komşusunun mutluluğundan kendine pay değil, acı çıkaran o "rekabetçi" insan modelinin, neden sadece çevresini değil, bizzat kendini de yiyip bitirdiğini anlamak için Pennsylvania’nın kuzeydoğusundaki küçük, sisli bir kasabaya, Roseto’ya gitmemiz gerekiyor.
1960’ların başında, Amerika’nın kalbinde, modern tıbbın algoritmalarına meydan okuyan bir mucize yaşanıyordu. Hekim Stewart Wolf, ataları İtalya’nın güneyinden göç etmiş insanların yaşadığı bu kasabada tuhaf, istatistiklere sığmayan bir durum fark etti. Amerika’nın geri kalanı kalp krizinden kırılırken, Roseto’da elli beş yaşın altında kalp krizi geçiren neredeyse kimse yoktu. Altmış beş yaş üstü erkeklerde kalp hastalığı oranı, Amerika ortalamasının yarısıydı. Ölüm oranları ise ülkenin geri kalanına kıyasla üçte birinden daha azdı. Kasaba mezarlığına insanlar hastalıktan değil, sadece "yaşlılıktan" yatıyordu.
Wolf
ve sosyolog ortağı John Bruhn, dedektif titizliğiyle bu mucizenin peşine
düştüler. Sır nerede saklıydı? Acaba sırları meşhur Akdeniz tipi beslenmede,
zeytinyağında mıydı? Hayır, tam tersine; Roseto’lular Amerikan kültürüne uyum
sağlamış, domuz yağıyla pişmiş köfteleri, yağlı pizzaları mideye
indiriyorlardı. Spor mu yapıyorlardı? Hayır, sabahın köründe kalkıp taş
ocaklarında veya fabrikalarda çalışıyor, akşamları ise miskin miskin
oturuyorlardı. Genetik miydi? Hayır, çünkü Roseto’dan taşınıp başka şehirlere
giden akrabaları, gittikleri yerlerdeki ölüm oranlarına yenik düşüyor, erkenden
ölüyorlardı. Bölgesel bir temiz hava sahası veya suyun sihri miydi? O da
değildi; komşu kasaba Bangor’da ölüm oranları ülke ortalamasındaydı.
Bilim
insanları elle tutulur, gözle görülür, ölçülebilir tüm değişkenleri eledikten
sonra, modern aklın kabul etmekte zorlandığı o sonuca vardılar. Roseto’luları
uzun ömürlü kılan asıl faktör, laboratuvar tüplerine sığmayan bir şeydi:
"Topluluğun Doğası."
Roseto, 1960’larda modern dünyanın o "bireyci" ve "yarışmacı" zehrine henüz bulaşmamıştı. Kasaba, zamanın donduğu bir fanus gibiydi. Pek çok hanede üç kuşak bir arada yaşıyor, dedeler torunlarla aynı sofraya oturuyor, akşam yemekleri bir şölene, bir terapi seansına dönüşüyordu. Yalnızlık, bu kasabanın lügatinde yoktu.
Ama
asıl sır, kasabanın yazılı olmayan o muazzam kuralında, İtalyan köklerinden
getirdikleri ve adına "Malocchio" (Nazar) dedikleri o batıl inançta
gizliydi. Bu inanç, basit bir büyü korkusu değil, müthiş bir sosyal
dengeleyici, bir "Eşitlik Kalkanı"ydı.
Roseto'da
servetle gösteriş yapmak ayıptı, günahtı, görgüsüzlüktü. İnsanlar, "kötü
şans" getireceğine inandıkları için, zenginleşseler bile komşularına
üstünlük taslamıyorlardı. Eğer işleri iyi gittiyse, daha lüks bir araba alıp
komşusunun gözüne sokmak yerine, o parayı kiliseye bağışlıyor ya da durumu kötü
olan bir akrabalarına gizlice veriyorlardı. Kıyafetleriyle hava atılmıyor,
evlerin dış cepheleri birbirine benziyor, statü farkları kasaba meydanında
silikleşiyordu. Çocuklara, "Sakın komşuya sahip olduklarınla böbürlenme,
kimseyi küçük görme" diye öğütleniyordu.
Bu
sistem, kasabayı devasa bir stres-savar haline getirmişti. Kimse kimseyi
kıskanmıyor, kimse kimseyle yarışmıyor, kimse "neden onda var da bende
yok" demiyordu. Hırsın olmadığı yerde stres, stresin olmadığı yerde
kortizol, kortizolün olmadığı yerde damar tıkanıklığı yoktu. Bilim insanları
anladı ki; paylaşım ve tevazu, kalbi koruyan en güçlü ilaçtı.
Ancak
her güzel hikâye gibi, Roseto masalı da modernitenin ve kapitalizmin dişlileri
arasında ezilmeye mahkumdu. Wolf ve Bruhn, 1960’ların sonlarına doğru kasabada
bir şeylerin değişmeye başladığını, o görünmez kalkanın çatırdadığını
hissettiler.
Genç
kuşak, atalarının o "köylü" buldukları mütevazı eşitliğini
reddediyordu. "Amerikan Rüyası" denilen o rekabetçi virüs, televizyon
ekranlarından ve üniversite kampüslerinden kasabaya sızmıştı. Önce evlerin
önüne çekilen o şatafatlı Cadillac’lar göründü. Sonra evlerin etrafına örülen
çitler yükseldi. Eskiden kapı önlerinde, sundurmalarda yapılan o sıcak
sohbetler bitti; herkes evinin içine çekilip televizyon karşısına geçti. Elmas
yüzükler parmaklara takıldı, kıyafetler markalaştı, sofralar ayrıldı. Kulüp
üyelikleri kilise pikniklerinin yerini aldı.
Bir
zamanlar "biz" diyen Roseto, artık "ben" diyordu.
Paylaşımın
yerini acımasız bir rekabet, tevazunun yerini çiğ bir kibir almıştı. Nazar
korkusu bitmiş, "ezik görünme" korkusu başlamıştı.
Doktor
Wolf, o günlerde not defterine şu acı kehaneti yazdı: "Bir kuşak sonra bu
kasabanın büyüsü bozulacak ve herkes gibi ölmeye başlayacaklar."
Ne
yazık ki Wolf haklı çıktı. Yirmi beş yıl sonra yapılan takip çalışmalarında,
Roseto’daki o mucizevi sağlık kalkanının paramparça olduğu görüldü. Kasaba
artık "malocchio"dan korkmuyordu ama birbirini yemekten, statü
kaybetmekten ölesiye korkuyordu. Kalp hastalıkları ve felç oranları, sadece bir
kuşak içinde tam iki katına çıkarak ulusal ortalamayı yakalamıştı. Eşitlik
bozulmuş, kalpler durmuştu.
Roseto’nun
hikâyesi, bugün bize, Instagram vitrinlerinde hayatlarımızı yarıştırdığımız,
başarıyı "başkalarından daha fazlasına sahip olmak" zannettiğimiz bu
çağda çok şey anlatıyor.
Hırs,
sadece ahlaki bir kusur veya manevi bir eksiklik değildir; hırs, fizyolojik bir
intihardır. Başkalarından daha iyi olma çabası, o bitmek bilmeyen "daha
lüks görünme" arzusu ve sürekli tetikte bekleyen o kıskançlık hissi,
damarlarımızı tıkayan asıl kolesteroldür. Bizi hasta eden, yediğimiz yağlı
yemeklerden ziyade, içimizi kemiren o "yetersizlik" hissidir.
Satı
El-Hursi haklıydı, ihtiras muhakemeyi altüst eder. Ama Roseto bize daha acı,
daha somut bir gerçeği öğretti: İhtiras, sadece aklı felç etmez; kalbi de
durdurur.
Bizler,
gösterişin bir yaşam biçimi olduğu, hayatın bir yarış pistine döndüğü bu çağda,
aslında birbirimizle değil, kendi ölümümüzle yarışıyoruz.
Ve
ne yazık ki, komşusunu geçmeye çalışırken kalbini yoranların kazandığı bir
madalya yok. Sadece, erken kazılmış mezarlar var.
