Ana içeriğe atla

Vicdanın Tasfiyesi: "Ecinniler" Üzerinden Bir Siyaset Sosyolojisi Okuması

Dostoyevski’nin Ecinniler (The Possessed/Demons) adlı eseri, salt bir 19. yüzyıl Rus nihilizmi eleştirisi değil, aynı zamanda politik örgütlenmelerin doğasına, güç istencine ve "içeriden çürüme" fenomenine dair zamansız bir siyaset felsefesi metnidir. Romanın trajik karakteri İvan Şatov ile manipülatif lider figürü Pyotr Verhovenski arasındaki gerilim, modern siyasi hareketlerin makus talihini özetleyen bir "arketip" sunar.

Bu bağlamda Şatov’un infazı, kriminal bir vaka olmanın ötesinde; bir idealin, o ideali araçsallaştıranlar tarafından nasıl yok edildiğini gösteren simgesel bir olaydır.

İç Çatışmanın Politiği: En Büyük Tehdit "İçerideki"dir

Siyaset teorisinde Carl Schmitt’in "dost-düşman" ayrımı genellikle dışsal bir antagonizma üzerinden okunur. Ancak Dostoyevski bize, politik bir yapının karşı karşıya olduğu en büyük ontolojik tehdidin dışsal düşman değil, bizzat yapının içindeki "sahte dostlar" olduğunu gösterir.

Romanda Şatov, varoluşsal sancılar çeken, inanç ile inançsızlık arasında gidip gelen, ancak "hakikat" arayışından vazgeçmeyen vicdanı temsil eder. Verhovenski ise siyaseti salt bir iktidar tekniği, insanları ise istatistiksel birer veri olarak gören nihilist aklı simgeler. Siyasi hareketler, muhalefet aşamasından iktidar (veya güç) aşamasına geçtiklerinde, Verhovenski’ler (teknokratlar/Makyavelistler), Şatov’ları (ideologlar/vicdan sahipleri) sistematik olarak tasfiye ederler.

Çünkü Şatov’un varlığı, Verhovenski’nin iktidarını meşrulaştırdığı o "yüce dava"nın aslında ne kadar kirlendiğini yüzüne vuran canlı bir kanıttır. İhanet, dışarıdan gelmez; ihanet, hareketin kurucu değerlerinin, hareketin yeni elitleri tarafından araçsallaştırılmasıyla başlar.

Zaferin Paradoksu ve "Bedavacı" Sorunu

Siyasi bir hareket başarıya ulaştığında veya iktidarı konsolide ettiğinde, sosyolojik bir dönüşüm kaçınılmaz hale gelir. Mancur Olson’ın "Kolektif Eylem Mantığı"nda bahsettiği "Bedavacı Sorunu" (Free Rider Problem) burada devreye girer. Mücadelenin çilesini çeken, bedel ödeyen kurucu kadroların yerini; zaferin nimetlerinden faydalanmak isteyen, rüzgârın yönüne göre pozisyon alan oportünist kitleler alır.

Romandaki Verhovenski karakteri, bu oportünizmin kristalize olmuş halidir. O ve etrafındaki "beşli grup", davanın entelektüel veya ahlaki yükünü taşımazlar; onlar sadece kaosun ve sonrasında kurulacak düzenin yöneticisi olmaya taliptirler. Bu tipoloji, Weberyan anlamda "davadan geçinenler" (lives off politics) sınıfına girer; "dava için yaşayanlar" (lives for politics) ise onlar için kullanılacak ve atılacak birer aparattır.

İktidarın tahkim edildiği noktada, örgüte sonradan eklemlenen bu konformist kitle, hareketin orijinal dokusunu bozar. Liderin karizmasından veya hareketin yarattığı hegemonik güçten beslenen bu "yeni elit", hiçbir zaman taban mobilizasyonu için ter dökmemiş, ideolojik bir formasyon sürecinden geçmemiştir. Onların sadakati ilkelere değil, gücün kendisine yöneliktir.

İnsanın Şeyleşmesi ve Araçsal Akıl

Verhovenski’nin Şatov’u öldürtme motivasyonu, salt bir güvenlik tedbiri değildir; bu, Frankfurt Okulu’nun eleştirdiği "Araçsal Akıl"ın siyasetteki tezahürüdür. Verhovenski için Şatov bir insan, bir baba veya bir eski yoldaş değildir; o, iktidarın konsolidasyonu önünde bir pürüz, ortadan kaldırılması gereken bir niceliktir.

Siyasetin bu "matematikselleşmesi", insanı bir özne olmaktan çıkarıp, istatistiksel bir nesneye dönüştürür. Gücü ele geçiren "yeni elit", Kant’ın "insanı asla sadece bir araç olarak görmeme" ilkesini ayaklar altına alır. Onlar için çevrelerindeki en nitelikli insan kendileridir; diğerleri sadece onların iktidarını tahkim etmek için var olan piyonlardır. Bu narsisistik körleşme, lider veya yönetici kadroyu bir tür "Tanrı-Kral" kompleksine (Hubris sendromu) sürükler. Kendi siyasi bekalarını, toplumun veya davanın bekasıyla eşdeğer görürler.

Şatov’un, hayatının en mutlu gecesinde, karısına ve bebeğe kavuştuğu anda katledilmesi, siyasi romantizmin bürokratik realizm tarafından boğulmasının en trajik metaforudur. Robert Michels’in "Oligarşinin Tunç Kanunu"nda belirttiği gibi, her devrimci veya demokratik yapı, zamanla kendi oligarşisini yaratır. Bu oligarşi, idealistleri tasfiye eder ve örgütün amacını "ideali gerçekleştirmekten", "kendi iktidarını korumaya" dönüştürür.

Bu, siyaset sosyolojisinin kadim bir yasasıdır. İdeallerle yola çıkanlar, yolu açar; ancak o yoldan, menfaatleri için yola çıkanlar yürür.

Dostoyevski’nin uyarısı nettir: Ecinniler sadece bir kurgu değil, gücün doğasına dair bir kehanettir. Ve tarih göstermiştir ki; bir hareketin çöküşü, dış düşmanların saldırısıyla değil, içerideki Şatov’ların öldürülüp, Verhovenski’lerin köşe başlarını tutmasıyla başlar. 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Roseto: Hırsın Biyolojisi

"İhtiras kuvvetli olduğu zaman, muhakemeyi altüst eder," der Satı El-Hursi ve o can alıcı tespiti ekler: "Heyecan, düşünceyi felce uğratır." Yıllarca bu cümlenin, sadece zihinsel bir körlüğü, mantıklı düşünme yetisinin anlık kaybını tarif ettiğini sanırdım. İhtirasın ve hırsın, insanın sadece aklını başından aldığını, onu hatalı kararlara sürüklediğini düşünürdüm. Ancak Cacilda Jetha’nın Cinselliğin Şafağı kitabındaki o çarpıcı satırlarla, o bilimsel gerçekle yüzleşince meselenin rengi değişti. Meselenin sadece "düşünce felci" olmadığını, hırsın bedeni de içeriden çürüten, damarları tıkayan ve kalbi durduran biyolojik bir zehir olduğunu dehşetle fark ettim. Hayatı "sıfır toplamlı bir oyun" olarak gören, başkasının kazancını kendi kaybı zanneden, komşusunun mutluluğundan kendine pay değil, acı çıkaran o "rekabetçi" insan modelinin, neden sadece çevresini değil, bizzat kendini de yiyip bitirdiğini anlamak için Pennsylvania’nın kuzey...

Gemi Batarken Prosedür Kitabı Okuyacak Ezberciler Değil, Yeni Bir Rota Çizebilecek Hayalperestler Lazım

Şirketlere, devlet dairelerine ve o görkemli plazaların içindeki devasa organizasyonlara dışarıdan baktığınızda ne görüyorsunuz? Çoğu zaman dış cephedeki ışıltı bizi yanıltır; içeride çevik, rüzgârla dans eden, sorunlara anında yanıt veren sürat tekneleri göreceğimizi sanırız. Oysa kapıdan içeri girdiğinizde karşılaştığınız manzara genellikle nefes almakta zorlanan, en basit kararı almak için bile onlarca toplantıya, bitmek bilmez onay süreçlerine ihtiyaç duyan, kendi ağırlığı altında ezilen hantal yapılar olur. Bu durumu en iyi anlatan ifade "Kurumsal Obezite"dir. İşin en trajikomik ve ironik yanı ise şudur: Bu obeziteyi besleyen şey, toplumun "başarı" diye kutsadığı, duvarları süsleyen o parlak diplomalar, ışıltılı kadro ve derecelerdir. Bugün iş dünyasının ve devlet mekanizmalarının damarlarını tıkayan kolesterol, aslında kötü niyet değil, aşırı eğitimli bir vizyonsuzluktur. Bu tıkanıklığın kaynağı, genellikle dünyanın "en iyi okullarından" mezun ol...