Thomas
P. M. Barnett, 2004 yılında "Pentagon’un Yeni Haritası" isimli
kitabında, o dönem için devrim niteliğinde, bugün içinse ürkütücü derecede
kahince diyebileceğimiz bir tespitte bulunmuştu: "21. yüzyılda
tehlikeyi en güzel tanımlayan kelime bağlantısızlıktır."
2024
Dünyasında bu cümle, küresel sistemin çarklarına entegre olamamış, sistemin
dışında kalmış "haydut devletleri" ve terör odaklarını tanımlamak
için kullanılan jeopolitik bir terimdi. Ancak aradan geçen yirmi yılda bu
tespit, haritalar üzerindeki sınır çizgilerinden taşıp apartman dairelerimize,
ofislerimize ve ruhlarımıza sızdı. Bugün karşı karşıya olduğumuz en büyük
güvenlik riski nükleer başlıklar, sınır çatışmaları veya ekonomik dalgalanmalar
değil; insanın insandan, mahallenin mahalleden ve bireyin toplumdan kopuşudur.
Bu sadece bir yalnızlık meselesi değil, modern çağın en sinsi salgını, en büyük
"sosyal sermaye çöküşü"dür. Haritalardaki boşluklar kapanmış olabilir
ama yüreklerdeki boşluklar her gün biraz daha büyüyor.
Kentleşmenin baş döndürücü hızı ve bize özgürlük vaadiyle pazarlanan "bireyselleşme" ideolojisi, aslında bizi yüzyıllardır hayatta tutan en güçlü savunma mekanizmasından, yani birbirimizden kopardı. Robert Putnam’ın Amerikan toplumu için "Bowling Alone" (Tek Başına Bowling) metaforuyla anlattığı o büyük sosyal erozyon, bugün İstanbul’un gökdelenlerinde, Ankara’nın memur bloklarında veya İzmir’in ara sokaklarında çok daha şiddetli bir şekilde yaşanıyor. Sabah aynı asansöre bindiği komşusuna selam vermekten aciz, kalabalıklar içinde "izole" hayatlar yaşayan modern birey, aslında kendi savunma hattını kendi elleriyle yıkıyor.
Refah artıyor, eğitim seviyesi yükseliyor, ceplerimizdeki teknoloji uzaya çıkıyor ama birbirimize duyduğumuz güven yerin dibine giriyor. Devletin ve kurumların sosyal güvenlik alanından kısmen çekildiği, neoliberal politikaların hayatın her alanını domine ettiği bir dünyada, bireyler "özgürleştim" sanırken aslında savunmasız kalıyor ve korkunç bir "bağlantısızlık" çukuruna düşüyor.Türkiye
gibi geçiş toplumlarında bu paradoks çok daha can yakıcı bir hal alıyor; çünkü
bizler, modernitenin "eski usul" veya "köylülük" diyerek
kenara ittiği o yapıların aslında ne kadar hayati birer sigorta olduğunu acı
bir şekilde tecrübe ediyoruz. Sosyolog Jenny White’ın 90’lı yıllarda
İstanbul’un çeperlerinde gözlemlediği, yoksul kadınların ilmek ilmek ördüğü o
dayanışma ağları, borçlanma pratikleri ve "para günleri", aslında
devletin ulaşamadığı yerde devreye giren devasa, gayri resmi ve son derece işlevsel
bir sosyal sigorta sistemiydi. Bugün işsiz kalan bir gencin İŞKUR kapısından
önce hemşehri derneğine koşması, boşanmış bir kadının rehabilitasyon
merkezinden önce komşusuna sığınması ya da hasta bir yaşlının bakımını devlet
kurumlarından önce akrabalarının üstlenmesi bir tesadüf değildir. İstatistikler
ne derse desin, "sosyal sermaye" dediğimiz o iksir, burada hala
hayatta kalmanın birinci kuralıdır. Devletin geri çekildiği her yerde boşluğu
cemaatler, vakıflar, hemşehri dernekleri ve aile meclisleri doldurur.
Ancak
burada madalyonun karanlık bir yüzü daha var. Putnam sosyal sermayeyi
"bağlayıcı" (bonding) ve "köprü kurucu" (bridging) olarak
ikiye ayırır ve Türkiye tam da bu noktada büyük bir sınav veriyor. Bizim
"bağlayıcı" sermayemiz, yani "bizden olana" duyduğumuz
güven hala çelik gibi sapasağlam. 2023 Kahramanmaraş depreminin ilk 48 saatinde
gördüğümüz o muazzam sivil seferberlik, akrabaların ve hemşehrilerin devleti
beklemeden enkazın altına girmesi bunun en somut kanıtıdır. Kriz anında
ailemize, köylümüze, aynı mezhepten veya görüşten olana sığınmakta üstümüze
yok.
Ama
Putnam’ın uyarısı acı bir gerçeği yüzümüze çarpıyor: Sadece "kendi
kabilene" güvenirsen, toplum içine kapanır ve gettolaşır.
Veriler
yalan söylemiyor; ailemize %95 oranında güvenirken, "dışarıdaki
insana" güvenimiz %10'larda sürünüyor. Bu uçurum, köprü kurucu
sermayemizin, yani "bizden olmayana" duyduğumuz güvenin iflas
ettiğini gösteriyor. Ve bu iflas, toplumsal barışın önündeki en büyük engel.
Bu
bağlantısızlık hastalığı sanıldığı gibi sadece yoksulların değil, asıl
"konforlu" sitelere hapsolmuş orta ve üst sınıfın trajedisidir.
Yüksek güvenlikli rezidanslarda yaşayan, kapı komşusunu tanımayan, akrabasıyla
bayramdan bayrama emojiyle haberleşen beyaz yakalı birey, en güçlü ekonomik
yapının içinde bile aslında yapayalnızdır. Putnam’ın bahsettiği "yalnız
bowling oynama" fenomeni, artık bizim metropollerimizin de gerçeğidir.
Dijitalleşme ise bu yalnızlığın üzerini örten en parlak illüzyondur. Akıllı telefonlar
ve sosyal medya bizi tarihte hiç olmadığımız kadar "bağlantılı"
gösterirken, ruhsal ve fiziksel olarak bizi atomize ediyor. Sosyal medyadaki
binlerce takipçi, zor bir gecede kapısını çalabileceğiniz, cenazenizi
kaldıracak veya düğününüzde halay çekecek gerçek bir topluluğun yerini
tutmuyor. Dijital bağlar, Putnam'ın "zayıf bağ" tanımını bile
karşılamıyor çünkü içinde ter, gözyaşı ve gerçek bir temas barındırmıyor.
Mark
Granovetter’in "Zayıf Bağların Gücü" tezi, tam da bu çaresizlik
anında bize unuttuğumuz bir çıkış yolu sunuyor. Hayatınızı değiştirecek o büyük
iş fırsatı, kriz anında size uzanacak o kurtarıcı el, her zaman en yakın
dostunuzdan ("kankanızdan") gelmeyebilir. Üniversite koridorlarında
sadece selamlaşıp geçtiğiniz bir tanıdık, asker arkadaşınız veya mahalle
bakkalının o eski veresiye defterindeki hatır, aslında sizi dünyaya bağlayan
köprülerdir. Türkiye’de hala iş bulan, kredi alan, hastasına doktor soran
insanların çoğu, CV’leriyle değil, bu "zayıf bağlar" sayesinde ayakta
kalıyor.
Omuz
omuza halay çeken akrabalar, "Bizim oğlana bir iş bakalım" diyen
mahalle büyükleri; bunlar ilkel değil, 21. yüzyılın en etkili ve en dirençli
güvenlik protokolleridir.
Barnett
haklıydı; bizi bekleyen ve şu an içinde yaşadığımız en büyük tehlike gerçekten
de bağlantısızlıktır. Ancak bu boşluk artık askeri haritalarda değil, bizzat
sosyal dokumuzun, kalbimizin ve mahallemizin ortasındadır. Bu devasa boşlukları
yeni bir sosyal yardım paketi, yapay zekâ algoritmaları veya süslü mobil
uygulamalar asla dolduramayacaktır.
Bu
boşluğu ancak bir tas çorbayla kapısı çalınan bir komşu, hastalıkta ilk koşan
akraba ve zor günde yanınızda duran gerçek insanlar doldurabilir. 21. yüzyılda
ayakta kalmanın en güçlü stratejisi, banka hesaplarını büyütmek değil, sosyal
sermayemizi yeniden inşa etmektir. Çünkü insan, ancak başka insanlarla bağ
kurduğunda insan kalır; gerisi sadece yakışıklı bir yalnızlıktır.
